Evrenin Dengesi – 2

Oturuşundan -çoğu doktorda olduğu gibi- kendine hayli güvendiği hissi veren, kırklı yaşlarının sonunda, orta boylu, hafif kilolu, esmer, gözlüklü ve ağzında cerrahi maske olan doktorun anlattıklarına göre hastaya rektum kanseri tanısı konmuştu. Hastalık hızlı yayıldığı için kanserli hücreler karaciğere kadar sıçramış, bu durum hastalığın dördüncü ve son aşamada olduğu anlamına geliyormuş. Doktor, “hastalığın son aşamada olması, hastanın böbrek yetmezliğinin yanı sıra ilerlemiş yaşı da dikkate alındığında ameliyat yapmasının söz konusu olamayacağını, hatta istenilen dozda kemoterapi tedavisine dahi başlayamayacağını” tekdüze ses tonuyla ağzında geveleyerek anlattı. Hastalığın tespiti, seyri, şu ana kadar yapılanları ve bundan sonra nasıl bir tedavi düşündüklerini uzunca bir süre aynı ilgisiz sıradan ses tonuyla anlatmayı sürdürdü. Mesut, doktor sözünü bitirmeden zihnini meşgul eden ilk sualini sordu: “Hastamızı başka bir doktora, daha büyük bir şehre, ya da daha donanımlı bir hastaneye götürmemiz hususunda bir öneride bulunur musunuz?” dedi. ‘Manasız bir soru oldu ama bu durumda kim olsa aynısını yapardı. Hatta doktor bile’ diye geçirdi içinden. Böyle düşününce rahatladığını hissetti. Doktor yaslandığı koltuğundan doğrularak dirseklerini masaya dayadı: “Ne başka doktor, ne de daha iyi başka hastaneler, ne yazık ki hastanızın iyileşmesine vesile olur diyemem” diye cevap vermiş, aynı anda başını sağa sola hafifçe sallayarak umut vermekten imtina etmişti. Mesut benzer bir cevap alacağını bilmesine rağmen göğsünün sıkışmasına ve nefesinin kısa anlığına daralmasına anlam veremedi. Sesinin gırtlağında boğulup yitmesine izin vermeden toparlanmaya çalıştı: “Peki, daha ne kadar yaşayacak, duymak zor ama kalan ömrü hakkında bir şey söylemeniz mümkün mü?” diyebildi son olarak. Sözlerini zor tamamlamıştı. Bu durum hem doktorun hem de ağabeyi Nezir’in dikkatinden kaçmamıştı. İlkinden daha gereksiz gibi geldi bu ikinci soru. Utandığını belli etmedi ama iyice kızdı kendine. Doktor bu soruyu ‘Kesin bir cevap vermek zor, belki bir hafta, belki de bir yıl” diyerek geniş bir zaman aralığını işaret ederek yanıtladı. Bu cevap ile birlikte iki kardeş kısa anlığına göz göze geldiler. Belirsiz zaman aralığı dar bir koridorda salınım hareketine başlamıştı bile.  

Mesut ve ağabeyi Nezir, doktorun önce tarif ettiği sonra yazdığı ilaç reçetesini ve raporunu alarak odadan çıktılar. Konuşmadan ana binada yatan hastayı almaya giderlerken yağmur suyu birikintilerinin çevresinden dolanarak yürümeye başladılar. İki kardeş aynı boyda, esmer, ela gözlü ve simaları birbirine benziyordu. Aralarında iki yaş vardı. Mesut dört kardeşin en küçüğü olmakla beraber zayıfçaydı ve daha çok babasını andırıyordu.

Yedinci katta koridorun solunda güneye bakan üçüncü odada yatan hastanın yanına çıkınca Mesut elini öpmeye yeltendi. Hasta  salgın hastalık nedeniyle “tamam oğlum gerek yok, zahmet etme” deyip ardından “hoş geldin” diye ekledi. Az önce doktor ile konuştuklarını hatırlayan Mesut’un boğazından “hoş buldum baba” sözü çatallaşarak çıktı. Oysa yukarı çıkarken aklına üşüşen tüm nahoş düşüncelerin üstünü örtmeye çalışmış, metin olacağı hususunda kendini ikna etmeye gayret etmişti. Ama yine de gözlerinin nemlenmesine mani olamadı. Annesini dahi soramadı, öylece durdu. Babası “nasılsın, karın, çocuklar iyi mi, bu salgın zamanında ne diye çıkıp geldin?” deyince başını sağ yana kapıya doğru çevirdi, ‘niye geldin’ sorusuna cevap bulmak imkansızdı. Biri geliyormuş gibi o yöne bakmaya devam etti. Tek bir sözcük, küçük bir nefes her şeyi berbat edebilirdi. Annesi, ağabeyi ve daha da önemlisi babası perişan olabilirdi. Odada uzun sürecek bir sessizlik başlamak üzereydi ki hemşirenin: “Zülküf amca taburcu olacaksınız sanırım, yeni serum takmayacağım” diyen ince sesi donmuş sessizliği çözmeye yetti. Vakit kaybetmeden dolaplar boşaltıldı, eşyalar plastik poşetlere istiflendi. Aşağıda büyük ağabeyi Mervan’ın hazırda beklettiği arabayla Makam Dağı’nın eteklerine kurulu kasabaya doğru yola koyuldular.

On üçüncü günün akşamında gökyüzünü gri bulutlar kaplamaya başladı. Makam Dağı’nın başı kara bulutların arasında kaybolmak üzereydi. Az sonra olacakları tahmin etmek zor değildi. Karanlık, kasabayı tamamen sarınca ateşten kırbaçlar eşliğinde Makam Dağı’nın sırtını döven gürültüler tüm kasabalıları evlerine hapsetti. Sanırsın Zeus Olimpos’u bırakıp Makam Dağı’na yerleşmiş. O andan itibaren korkudan altını ıslatan ürkek bir çocuk misali bulutlar da yağmuru tutamayıp kendi haline bıraktı. Yağmur sel olup gök kubbeden yerküreye aralıksız inmeye başladı. Makam Dağı’ndan Karacadağ’a, Diyarbakır Ovası’ndan Dicle Nehri’ne; geceden sabaha, sabahtan öğleye kadar durmaksızın her yeri yıkadı durdu. Suya boğulan toprak, bedeninin çürümesinden korkmaya başladı. Mezopotamya’nın bin yıllardan bu yana bura halklarına bereketli topraklar sunabilmesinin hikmetini anlamak için bu yağmurların zamanında yağması kafi idi.

O gece başlayan amansız yağmurun damları ve pencereleri döven sesine babasının acı inlemeleri eşlik etti. Bazen bu inlemelere pencereden sızan şimşeklerin turuncu mavi ışığını böğürerek takip eden gök gürültüsü de katılıyordu. Kanserli hücreler yayıldıkça ağrılarının şiddeti de her geçen gün artarak devam ediyordu. Gece boyunca kısa aralıklarla onlarca defa ayak yoluna gidip gelmişti. Bu geliş gidişlerine çoğu zaman annesi eşlik ediyordu. Çünkü babası kimi zaman çamaşırlarını pislettiğinin farkında bile olamıyordu. Sabaha doğru iki doz ağrı kesici daha içirdiler. Bir süre sonra ağrı kesicilerin etkisiyle rahatlayan ve uyuşan güçsüz bedeni sığ bir uykuyu üzerine geçirdi.

Gün ağarmak üzereydi. Uykusundan olan annesi önce ayak yolunu yıkayıp temizledi. Ardından gece boyunca hastanın pislenmiş çamaşırlarını sofadaki makineye atıp çalıştırdı. Hastanın yattığı odadaki odun sobasının kovasını topallayarak balkona çıkarıp külünü çöp bidonuna boşalttı. Kovanın altına yerleştirdiği çalı çırpıların üzerine bir kaç meşe odununu gelişigüzel yerleştirdi. Ayak yoluna gitmeye hazırlanırken annesinin topallayarak dolu kovayı taşımaya çalıştığını gören Mesut kovayı annesinin titrek zayıf elinden alıp birlikte hastanın yattığı odaya geçtiler.

Nisan ayının ilk günleri idi ancak havalar yeterince ısınmadığı için soba gün boyu yanakları kızarmış halde gümbür gümbür yanıyordu. Yaz ayları hariç yılın geri kalanında ayaklarının üşümesinden sürekli şikayetçi olan babası, uyandığında sobanın tutuşmuş olması hatta odanın kıyafet çıkarttıracak kadar sıcak olması fena olmazdı. Aksini düşünmek çoğunlukla evde gerginlik, tartışma ve kavga demekti. Soba tutuşmaya artık hazırdı. Annesi mutfağa geçip çay koyunca Mesut da peşinden “mutfak çok soğuk, üstüne şu yeleğini geçir, şifayı kaparsan vay halimize” deyip kahvaltı tepsisine çatal, kaşık, bardakları yerleştirmeye başladı.   

On üçüncü günde gece başlayan yağmur ertesi gün öğleden sonra durdu ve yerini bulutların arasından sızarak ışığını beyaz huzmeler halinde yerküreye kadar uzatan güneşe bıraktı. Ara ara koyu kurşuni bulutların güneşi tamamen gizlediği oluyor ama bu durum uzun sürmüyordu. Sonunda bulutlar usul usul doğuya doğru kayarak güneşi masmavi gökte özgür bıraktılar. Bulutlar Demeter’in buyruğuna uymuş olacak ki koynunda tuttuğu yağmur deryasını geceden bu yana serbest bırakarak insana, doğaya, toprağa, dağlara, ovalara, bitkilere, tüm börtü böceğe bereket dağıtmıştı. Sıra yerkürenin tenini ve kemiklerini ısıtacak güneşe gelmişti. Güneş, sarı sıcak ışığını yüce bir dağın eteklerine kurulmuş olan kasabaya, kasabadaki üç katlı betonarme eve, evin bahçesinde bulunan dut ağacına ve dut ağacına tünemiş bir çift kumruya yumuşak bir tül gibi serdi. Önce dallarda asılı duran yağmur damlaları sonra tomurcuklar ısındı. Dut ağacı yaşama yeniden yaşam katma hazırlığını tamamlamak için gün sayıyordu. Güneşin ışığını kalın kabuklu gövdesine ve eğri dallarına sıkıca sardı.

Bir ara narin bir kumru çifti gelip dut ağacının dallarına tünedi. Onlar da bahar ile birlikte yeni yuvalarını ve bu yuvada büyütecekleri yavruları için telaşe içindeydiler. Ürkek ve tedirgin görünüyorlardı. Diğer yandan acele ediyorlarmış gibi bir halleri vardı; daldan dala geçiyor, uçup karşı sokaktaki evin damına, hemen sonra elektrik direğine, oradan tekrar dut ağacına gelip konuyorlardı.

Bu sırada hasta babasının yattığı odanın penceresinden kumruları seyreden Mesut yaşamın doğal döngüsünün ve evrendeki mutlak dengenin her daim süreceğini ve insan evladının bu dengeyi bozamayacağını, bunun da böyle olması gerektiğini düşünürken buldu kendini. Varlığın ve yokluğun, gecenin ve gündüzün, iyinin ve kötünün, gerçeğin ve yalanın, hasılı tüm zıtlıkların bu dengenin devam etmesinde paylarının eşit olmadığını inkar edebilir miyiz? O halde, yaşam varsa zıttı da olacaktı; ölüm olmazsa denge bozulurdu.

Fotoğraf: MeD Yıldırım
(Eser: Ahmet Güneştekin – Hafıza Odası) 

 

Hakkında MeD Yıldırım

Ayrıca Kontrol Et

Gerçek (Ersin’in Hikayesi-1)

“Önce oturacak bir yer bulalım, anlatırım her şeyi” dedi, daha ben hiç bir şey söylemeden. …

2 Yorumlar

  1. entropi, kaçınılmaz son.

Bir yanıt yazın

Translate »