Görünenin Ardındaki Gerçek (Ersin’in Hikayesi-2)

İki gün geçmişti ki “Görüşelim mi?” diye dün gece yarısı mesaj atmıştı. Benden önce gelip Boğaz’a, Marmara’ya ve Tarihi Yarımada’ya sırtını dönmüş oturan Ersin’in karşısına geçip plastik iskemleyi çektim ve sırt çantamı masaya bırakıp oturdum. Rıhtımda Eminönü, Karaköy iskele binasının üst katında İstanbul Kitapçısı’nın terasındayız. Selamlaştıktan sonra bir süre konuşmadan oturduk. Beklerken, merak içimi kemirip çürütecek sandım.     

Biri açık iki çayı masaya koyduğumda Ersin’e “tam zamanı” der gibi bakıp dudaklarımın sol kenarına belli belirsiz hafif bir gülümseme konduruyorum. Bunu fark edince gözlerini kısıp çayından höpürdeterek üst üste iki yudum içti, sol omzunun üstünden Haydarpaşa Garı’na baktı. “Şuradan, şu görkemli tarihi gardan, bir gece yarısı Kurtalan Ekspresi’ne atlayıp gitmek ve asla bu şehre dönmemek üzere uzun bir yolculuğa çıkayım diye düşünüyorum bazen” dedi, bakışları takılı kalmış halde bir süre tarihi garı izledi öylece. 

 “Bugün görüşmelerimizin birinden, günün sonunda, defterime çalakalem yazdıklarımdan okumak istiyorum. Yalnız korkarım bu güzel havanın keyfini doyasıya çıkarmak yerine beni dinlemek canını sıkabilir.” Benim öne doğru masaya eğilmiş halimi ve meraklı gözlerle ona bakışımı görünce pis pis gülümsedi. Bakışlarını elinde tuttuğu açık mavi kaplı küçük not defterine çevirdi, uzun parmakları ile bir tören havasında beş on sayfa çevirdikten sonra tekrar bana baktı ve içimdeki kurdu uyutmak için okumaya başladı: 

Bugün havanın bulutlu olması önceden planladığımız ve heyecanla beklediğimiz orman gezisi kararımızı uygulamaya mâni olmadı. Çünkü ikimiz de bu günü heyecan içinde beklerken, ihtimali bir yana yağmurun kendisi dahi bizi aldığımız karardan vazgeçiremeyecekti. Otomobil ile yarım saat kadar süren bir yolculuktan sonra orman içinde kaybolmuş, birbirinden uzak evleri ile küçük bir köyün olduğu bir vadinin yamacında, ana yoldan elli yüz metre içeride ağaçların arasına arabamızı park ettik. 

Şehrin gürültülü ve kasvetli havasından bunalan, üzerine karabasan gibi çöken kalabalıklardan kaçan, ciğerlerine milyonlarca aracın zehirli egzoz gazları yerine taze ve temiz orman havasını solumak isteyenler, engebeli sık ağaçlarla kaplı bu vadide kuşların cıvıltısı eşliğinde yürüyüşler yaparak rahatlamaya çalışıyordu. Biz de vakit geçirmeden patika yolda sohbet ederek yürüyüşe başladık. Pandemi ve havanın kapalı olması sebebiyle buranın epeyce sakin olduğunu gördük. Beş kilometre kadar süren yürüyüş parkurunda bizim gibi yürüyüşe çıkmış topu topu üç beş çift ile karşılaştık.  

 Bulutların arasında bulduğu küçük çatlaklardan sızan güneş ışınları ağaçların dallarında asılı kalıyor, bize değmeden tekrar kayboluyordu. Bizi kendimizden geçiren, sadece gözümüzü değil ruhumuzu da doyuran muhteşem güzellikteki manzarayı minnetle kucakladık. Derin hatlarla zihnimize kazınan bu inanılmaz anları ebedileştirmek için fotoğraf çekmeyi ihmal etmedik. 

Göğe uzanan ağaçların gizinde apaçık iki güzel can yan yana, mutlu bir halde, yorgunluk hissetmeden orman yolunu adımlıyorduk. Arada ellerimiz utangaç, kararsız, zarif ve küçük birkaç dokunuş ile birbirine temas ediyordu. Birbirimize temas edecek kadar yakındık ama aramızda bir uzak mesafe vardı sanki. Ne yapmalı, ne etmeli ince tülden bu duvarı kenara çekmek için? Hazırda bekleyen çözülmeyi başlatacak bir şeyler yardıma koşmalıydı. 

Aşağıda vapurların motor sesine martılar çığlıkları ile karşılık veriyor; vapurlar iskeleden uzaklaşınca Haydarpaşa Garı’nın karşısındaki dalgakıranlara kadar eşlik ediyorlar, sonra oraya, dalgakıranların üzerine, yan yana konarak ritmik bir düzen oluşturuyorlardı. Kafenin hoparlörlerinden yayılan klasik müzik dışarıdaki kalabalığın uğultusuna ve vapurların koca metal çarklarının köpürterek süpürdüğü dalgaların sesine karışıyor, bu durum bir süre sonra kulaklarımızda doğallığını yitiren rahatsız edici bir gürültü şeklinde tepemizin içinde zonklamaya başlıyordu. Soğumuş çayından art arda birkaç yudum aldı. 

Yürüyüşü tamamlayıp arabadan sandalyelerimizi, sırt çantalarımızı ve onun bağlamasını alıp epey aradıktan sonra iki yanında kuşburnu ve böğürtlenlerin olduğu küçük bir derenin yanına vardık. Yaprakları dökülmeye başlamış, zayıf dallarında üç beş kırmızı meyvesi kalmış elma ağacının altında sandalyelerimizi açtık. Bir yandan şarap, eski kaşar ve mezeleri portatif küçük masaya dizerken diğer yandan ince ince çiseleyen yağmura müteşekkir gülümsedik. 

Onun narin küçük parmaklarında ruhumuzu ve kalbimizi titreten bam telinin tok tınısı ile sarsıldık. Sesinde Pir Sultan Abdal bilgeliği ile şu yalan dünyaya gelmiş olmanın verdiği heyecan titreşerek akıyordu. Derenin çağıltısına bağlamanın hüznünü ve türküleri ortak ediyor, heyecan seline beni de katıyordu.  

‘Ekmek, şarap, sen ve ben, bir de sabahın dördü’ diyen şairi dinledik; ekmek, şarap, ben ve o, bir de çiseleyen yağmurda. 

Elma ağacından kopardığımız elmanın üzerinde yağmur taneleri vardı ve biz, elma ile birlikte yağmur tanelerini de ısırdık. Utangaç, günaha susamış ateşten dudaklarımızda yağmur taneleri buharlaşıyor, sıcak nefesimizle birlikte elma ağacına tırmanıyordu. Özgürlüğün tadına varmanın tarif edilemez coşkusu ve mutluluğu, tabuları ve yasakları alaşağı etmenin sarhoşluğu, güveni ve rahatlığı vardı zihinlerimizde. 

Gözlerim kapalı hiçbir şey düşünmeden, sadece onun varlığını ruhuma yedirmeye çalışıyor, beni benden alan gözlerini, taze tenini, sıcak nefesini, hüzünlü sesini, narin küçük ellerini, kararsız tavırlarını ve ürkek, minik bir serçe gibi çarpan yüreğini kucaklamak istiyordum.  

Fark ettirmeden iyiden iyiye hızını artırmış çiseleyen yağmurda gökyüzü koyu karanlık bir hal almıştı. Kahrolası şehre dönüş başlayacaktı işte. 

Şarap ile gevşeyen bedeni tatlı bir rehavete kapılmış olacak ki arabayı benim kullanmamı istedi. Günlerce düşlerini yaşadığım, hayallerini kurduğum bu günün bitmesini istemedim. Arabayı oldukça yavaş kullanmaya gayret ettim, o sarsılmasın ve uyuyabilsin diye. Küçük narin eli avucumdaki iken bitmesin istedim yol; uzadıkça uzasın istedim, ona daha çok bakabileyim diye. Saçının kokusunu, teninin sıcaklığını Seyduna Türküleri tadında ruhuma, aklıma ve bedenime hapsetmek için daha da yavaş kullandım arabayı. Amerika’nın kayıp halkından bir müzik grubunun otantik ezgilerine gözlerinin elası karıştı ara sıra. Metin-Kemal’in Zazaki türkülerine şarap kokulu sıcak soluğu ile eşlik etti yol boyunca. 

Defteri kapattığı anda Ersin’le göz göze geldik. Bu bakışlarda mutlu bir insandan çok avucunun içinde tuttuğu güzel şeyleri kaybetmekten ürken birinin tedirgin hali vardı. 

Metroya inen merdivenlerin başında Ersin’le vedalaştık. Rıhtımda volta atarken buldum kendimi. Hava oldukça sıcak. Kimsenin pek umursadığı yok ancak mavi gezegenimizde son yıllarda artarak devam eden sıra dışı doğa olaylarına rastlamak sıradanlaştı. Yazın ortasında kavurucu sıcakların tepe noktaya vardığı günlerde, beklenmedik bir anda başlayan, ceviz iriliğinde, dolu yağışı çatılarımızı deldiğinde, arabalarımızın camlarını tuzla buz edip kaportasında derin çöküklere neden olduğunda, ağaçların sadece meyvelerini değil dallarını kırıp döktüğünde pek bir hayret ediyoruz ve bu duruma isyan etmeyi hak biliyoruz. Ancak zemherinin ortasında ağaçların çiçek açmasına, sıcaklığın terletecek seviyelere ulaşmasına sevinerek mutlu oluyoruz. Kışın yarısını devirdiğimiz günlerde olmamıza rağmen hava sıcaklığı kimi günlerde yirmi dereceye kadar ulaştı. Bu durumun bir felaket habercisi olması gerekirken beyaz yağsız göbeklerini ve ince bacaklarını dışarıda bırakan mini elbiseleri ile genç kızlar, kaslarını göstermek için slip tişörtler giymiş delikanlılar bahar gelmiş kadar bir neşeli, bir hareketli kıyı boyunca geziniyorlardı.

Kimi sevgilisinin kolunda, kimi üç beş kişilik guruplar halinde, kimisi de çoluk çocuğuyla âdemoğulları sıcak havanın dayanılmaz cazibesine kapılarak kendini dışarı atmış. Köpeğini, sandalyesini, birasını, sigarasını, cipsini, kahvesini, vesaire içeceğini alan kıyıya koşmuş adeta. Sadece insanlar mı? Doğadaki kimi bitkiler ve ağaçlar da yeşil örtüsünü hemen açmak hususunda pek aceleci davranmışlar. Birkaç erik ağacı da heyecan içinde “aman geç kalmayalım” deyip zarif beyaz çiçeklerini açmış, çevredeki çınar ve akasya ağaçlarına nispet ediyor gibiler. Bir halaya durmadıkları kaldı. 

Âdemoğlu iklim krizinin, kış günlerinde, tadını çıkarmaya baktığı tam da bu güzel günlerde saklı olduğunu görmekten çok uzak. Her an gördüğümüz ve yaşadığımız güzel şeylerin arkasında başka anlamlar ve durumlar saklı olabilir. Asıl marifet gördüğümüze değil görünenin ardındaki manaya, içindeki öze bakıp hayatı öyle yaşayabilmektir. Ersin de ‘anlatmakta yetersiz kaldığını’ söylediği güzel anlarının ardındaki manayı besbelli ki çözmeye çalışıyor.      

Hakkında MeD Yıldırım

Ayrıca Kontrol Et

Kalbe Benzeyen Taş

Adam günün sonunda günlüğüne şunları yazdı: Öğleden sonra ……… Fırın’da oturmuş bir yandan çayımı yudumlarken …

Bir yanıt yazın

Translate »