Dördüncü Duvar (Ersin’in Hikayesi-3)

“Dördüncü bir duvarı aramıza niçin çektin?”

Daha otomobilde iken bu soruyu neden soramadım? Kemikleşti dilim bir defa. Ne çare! Aklımda ağır sıklet sorularla eve vardığımda vakit gece yarısına çeyrek vardı. Hemen cep telefonumu açıp zihnimi nakavt ederek düşünemez duruma düşüren soruların yanıtını mesaj atarak almayı düşündüm. Bir süre sonra nedenini anlayamadığım bir sebepten dolayı o an bu düşüncemden vazgeçtim. Sanırım o anda yazacaklarımdan pek emin değildim. Yazacaklarım yanlış anlaşılır, farklı anlamlara kayabilirdi. Sonraları bunun gereksiz bir korku olduğunu düşünmüştüm. Belki şunları yazacaktım: Samimiyetimi, nahif duygularımı, konuşmalarımızı, yazışmalarımızı, suskunluklarımızı, onun kimi tedirgin davranışlarını, ürkek serçe hallerini, güzelliğini, birlikteliğimizin bitmesini istemediğimi…

Nihayetinde yazacaklarımın konuyu daha da karmaşık bir hale taşıyacağını ve şimdi konuşmanın doğru bir zaman olmadığına karar verdim. Zira bazen onca şey konuşup ama hiçbir şeyi çözemediğimizi düşündüm. Oysa susmak çoğu şeyi yavaş yavaş ve biz fark etmeden hal yoluna koyardı. Ben de susmayı mı tercih etmeliydim? O gece ve daha sonraki günlerde bu soru uykularımı böldü, düşlerime girdi, düşüncelerimi bulandırdı. Hakkımda türlü cezalar içeren iddianameler hazırladım, sonra geçip kendimi savundum ama bir türlü son hükmü veremiyordum.

“Devamını yazacağım iyi dostum” diye bitirmişti.

Ersin’den gelen e-postayı yarımda uykulu gözlerle bir daha okuyup uyumuşum. Uyandığım vakit günün daha ağarmadığını fark ettim. Uyumaya devam edebilmek için göz kapaklarımı parmaklarımla üst üste bindirip yapıştırmaya çalışmamın da yararı olmadı. Gece yarısı koynuma girmek için ısrarından vazgeçmeyen uyku şimdi köşe bucak benden kaçıyordu. Yatakta doğruldum ve salona geçmeden yerdeki telefonumu aldım. Salonda yüzü çatlamış ve kabuk atmış sehpanın üzerindeki 1984’ü alarak pencerenin dibine yerleştirdiğim tekli koltuğa gömüldüm. Buradan zahmetsizce sokağı dikizleme lüksünü yaşamak mümkündü.

Ayracın ayırdığı iki sayfayı okuyup kitabı bıraktım. Sokaktan, önce bir otomobilin teker sesleri -bu elektrikli olduğu anlamına gelirdi- sonra bir iki martı çığlığı kapalı pencereden içeri sızdı. Ersin’i merak etmeye başlamıştım yine. Dün gece iki defa okuduğum e-postayı “devamını yazacağım” diye bitirmişti. Hemen e-posta adresimin gelen mesajlar kutusunu kontrol ettim. Bir sonraki e-postanın ne zaman geleceğini bilmeden beklemenin heyecanlı bir tarafının olmadığını aksine sinirlerimi tahrip ettiğini fark ettim. Bunun nahoş bir deneyim olduğunu da söylemem gerekiyor.

Telefonda mesajlara göz attım, sonra sırayla sosyal medya ağlarını iki kez turladım. Ersin’in herhangi bir paylaşımına rastlayamadım. Beğendiğim siyah beyaz fotoğrafların bir kaçını başparmağım marifetiyle seri hareketlerle çift tıkladım. Dönüp haber sitelerine göz attım. Tutuklu gazeteciler, hapse atılan sivil toplum kuruluşu üyelerinin dava duruşmaları, milletvekilliği düşürülen muhalif Kürt siyasetçiler, gözaltına alınan ve tutuklanan üniversite öğrencileri, sınır ötesi operasyonlar, kapatılması için dava açılan muhalif siyasi partiler, İstanbul Sözleşmesi’nin iptali, kadın cinayetleri, doğal yaşamı tehdit eden küresel ısınma, doğayı talan eden altın arama çalışmaları, canlı yaşamı tehdit eden HES’ler, hırsızlık, yoksulluk, yolsuzluk, intiharlar, duble yollar, köprüler, kanal, saray, mafya, eroin bağlantıları, görevden alınan bakanlar, okyanus ötesine, içeriye ve dışarıya bir yandan diklenmeler, diğer yandan silah alım ihaleleri, Covid-19 pandemisi, vesaire; onca haberlere ait yazılar, kayyım atamaları ile ilgili yorumlar, yapımı bir türlü durdurulamayan hidroelektrik baraj gölünün suları altında boğulmaya terk edilen antik kent Hasankeyf ve Marmara Denizi’ni saran müsilaj fotoğraflarını da görünce telefonu kanepenin üzerine attım. 1984’ü okusam daha fena olmazdım.

Her gün, günde beş on defa e-posta kutumu kontrol etmeye başlamıştım. Bir hafta boyunca Ersin ne yazdı, ne aradı, ne de benim aramalarıma cevap verdi. İlk günlerde pek önemsemediğim bir endişe her geçen gün içimde usul usul boy atıyordu. Gövdemden dışarı taşmaya çalışan bu endişe sözlerime, mimiklerime ve hareketlerime yansıyacak diye telaş içindeydim. Dokuz gün sonra nihayet Ersin’den beklediğim haber e-postama düştü. “Bu ne merak, az sabretmeyi öğrenmeyeceksin değil mi?” diye başlayan ve göz kırpan emojiyi de cümlenin sonuna ekleyerek kaldığı yerden anlatmaya devam ediyordu:

O gün akşama doğru şehrin kenar semtlerinden birinde küçük bir esnaf lokantasında balık yemeye gidecektik. Buluşma esnasında arabayı benim kullanmamı istedi. Kendisi bu sayede sokakları, caddeleri, insan kalabalığını, başıboş gezen köpekleri; kapı eşiklerinde, pencere diplerinde ve motosikletlerin koltukları üzerinde miskin halde uyuyan kedileri izleme imkânı bulduğunu, bu sayede hem dinlendiğini hem mutlu olduğunu söyledi. Şehrin kısmen sakin trafiğinde yol almaya başlamıştık. İkimizin de sesinde varlığını iyice hissettiren yeniden buluşmanın heyecanı vardı. Tenini ve sıcaklığını hissetmek için ona dokunma, elini tutma isteğim otomobil yol aldıkça artıyordu. Bir ara “üşüyor musun?” diye sorduğum bir anda narin, ince kemikli elini tuttum ve dudaklarıma götürdüm. O anda beklemediği bu ani hareketimden dolayı hem heyecan hem anlık bir tedirginlik yaşadı. Ya da yaşadığı şey kararsızlık duygusu da olabilirdi. Ama bana güvendiğini hissettirmek için elini serbest bıraktı ve “parmaklarıma masaj yapabilirsin” dedi. Avucumda tuttuğum üşümüş küçük parmaklarının tırnak uçlarından hafifçe sıkarak masaj yapmaya çalıştım. “Parmakların o kadar narin ki sıkarken canını acıtmaktan korkuyorum” dedim.  Heyecandan titreşen sesi ile “Sorun değil, senin canımı acıtacak bir şey yapmayacağını biliyorum, rahat ol” diye cevap verdi. Üşümüş ince parmaklarını ısıtmak için avucumun içinde uzunca bir süre tuttum. Bu yakınlığın beni mutlu ettiğini, tatlı bir heyecan yaşattığını ve iyi hissettirdiğinin o da pekâlâ farkındaydı. Bu heyecanın, bana, onun istemediği yanlış bir şeyler yaptırmasından korkmuyor değildim. Gerçekte bu yersiz bir korku idi. Ona asla kötü niyet besleyecek biri değildim, ki her sözümü ve davranışımı özelikle ölçüp biçiyordum. Ama beni asıl korkutan şey onun ikircikli, hatta tedirginliğe varan kimi kararsız davranışlarının belli belirsiz varlığı idi. Bu tavırlarından dolayı ilişkimiz her an bitecekmiş gibi geliyordu bana. Bunun eninde sonunda olacağını hem de pek yakın bir zamanda olacağını hissettiğimi ve düşündüğümü hatırlıyorum. Bendeki bu düşüncenin bizzat kendisi olacakları bu sonuca doğru sürüklüyor gibiydi. En azından böyle düşünmekte haksız olmadığımı yaşayacaktım. Yalnız bunun o akşam gerçekleşeceğini hiç düşünmediğimi itiraf etmem gerekiyor.

 O anın heyecanından olsa gerek balıkçıya varana kadar neredeyse konuşmadığımızı hatırlıyorum şimdi. İkimiz de tavada çupra söyledik. Yanında roka, kırmızı turp, dilimlenmiş beyaz ve kırmızı soğan ile mevsim salatası vardı. O, acılı şalgam; ben sadece su istedim. Balıklar servis edildiğinde montunu ve boynuna doladığı ince kumaştan türkuaz şalı çıkarıp yanındaki sandalyenin ahşap sırtlığına koydu. Bedenini saran ve gerdanını daire şeklinde açıkta bırakan örgülü yün kazak içindeki sütyeni güzel göğüslerini sıkı şekilde kavramıştı. O fark etmeden sevgi ve arzu ile izledim bir süre. Bu sırada o acelesi varmışçasına bir balıktan bir salatadan hızlıca yemeye başlamıştı. Yemek sohbetimizin konusu haliyle onun hızlı yemek yeme alışkanlığı oldu.

Balıkçıdan ayrılıp son zamanlarda buluşmalarımızın mekânı haline gelen ve baklavasını pek beğendiğimiz pastaneye geçtik. Pastanenin caddeye bakan cam balkonlu verandası hava soğuk olduğu için infrared ısıtıcılar ile ısıtılıyordu. Biz de bu ısıtıcılardan birinin altındaki ahşap masada yerimizi aldık. İnfrared ışıkta bedeni hemen ısınmış, damarlarında koşuşturan kan kısa zamanda yanaklarını pembeye boyamıştı. Turuncu ışığın altında yüzü, gerdanı ve kolları gölgesiz ve pürüzsüz bir hal almıştı. Kendisi ışıklar saçan mermer bir tanrıça gibiydi ve göz açıp kapama mesafesinde yakındı bana.

Zamanın akışı hızlanmış debisi yükselmişti sanki. Gün batmadan buluşmuş şimdi gece yarısının bir adım gerisindeydik.  Bir ara yanında taşıdığı küçük defterine şunları yazdığımı hatırlıyorum:”Keşke şu anda benim gözlerimle kendini görebilseydin. Çok güzelsin, seni öpmek arzusu aklımı esir almış ve kalbimin de bu isteğe kendini gönüllü teslim ettiğini sözlerime eklemem gerekiyor. Söylediklerimi iltifat olarak kabul etmemeni rica ediyor, bunu gerçekten istediğimi bilmeni istiyorum.”

Yazdıklarımı okuyunca mutlu bir şekilde gülümsedi. Bakışları ile hızla etrafı gözden geçirdi. Ancak oturduğumuz bölümde tüm masalar müşterilerle doluydu.

Arabaya binip göz göze geldiğimizde kısa bir süre kararsız halde gülümseyerek birbirimizi süzdük. Korkumun üzerine gitmem gerektiğini düşündüm. Ona doğru hafif eğildim. Ama o herhangi bir harekette bulunmadı. Ne geri çekildi ne de bana yaklaştı. Kesin olmasa da bir karar almış görünüyordu. Bunu da bakışlarını kaçırmasından ve sessizliği çağıran suskunluğundan anlamak mümkündü.

O akşamdan sonra ona sahnede, kendime de seyirci koltuklarında yer ayırdım. Oradan sahneye sesimi duyurmam imkânsız hale gelmişti. Zira o, sahne önündeki dördüncü duvarı ortadan kaldırmadığı sürece bu durum değişmeyecekti.  Benim çırpınışlarımın da nafile bir çabadan öte anlamı olmayacaktı. Ve ben sahne kapanıncaya kadar beklemek zorunda hissediyordum kendimi. 

Ersin bu ikinci e-postaya bir de fotoğraf eklemişti. Fotoğraf, yeşil çimlerin üzerinde ahşap bir masa ve üç sandalyenin olduğu müstakil bir evin bahçesinde çekilmişti: Açık kumral saçlı genç kadına doğru koşan yedi yaşlarında mutlu bir kız çocuğu. Ters ışıkta kadın ve kızın saçlarının etrafında parlak açık sarı bir hale oluşmuştu. Kadının omuz ve kollarında yansıyan ışık bir kontur çizerek bedenini belirginleştiriyordu.

Nerede olduğunu ve iyi olup olmadığını merak ettiğim için mail uygulamasını kapatıp Ersin’i aradım. İyiydi. Trenle Doğu’ya yolculuk yapıyordu. Ve merak ettiklerime itiraz etmeden cevap verdi:

“Bu sene alttan aldığım dersler için sadece iki gün fakülteye uğruyordum. Burslar kesildiği için evden gelen destek yeterli değildi. Yakınlarıma fazladan bir sene yük olmak beni rahatsız ediyordu. Hem bol zamanım da var. İngilizce özel dersler vermeye başladığım bu dönem başında tanıştık. O gün bugündür hikâyemiz devam ediyordu.” Dedi.

Ekteki fotoğrafı görüp görmediğimi sorduktan sonra “Şimdi seninle konuşunca fark ettim, birlikte hiç fotoğraf çektirmedik. Sanırım bu onun isteği ve kararı idi. Bu konu hakkında hiç konuşmadan bir şekilde anlaşmışız aramızda.” Bir ara kısa bir suskunluk oldu. Konuşmasını bitirmeden önce son olarak “Trenim birazdan tünele girecek. Sırıttığını biliyorum. Şaka değil.” Dedi. “Ne kadar uzun bir tünel olduğunu bilmiyorum. Bağlantı kesildikten sonra beklemene gerek yok. İyiyim. Tünelin sonunda ışığa kavuşma umudum…”  Dıt dıııt, sinyal sesleri.

Fotoğraf : Med Yıldırım

Hakkında MeD Yıldırım

Ayrıca Kontrol Et

Kalbe Benzeyen Taş

Adam günün sonunda günlüğüne şunları yazdı: Öğleden sonra ……… Fırın’da oturmuş bir yandan çayımı yudumlarken …

Bir yanıt yazın

Translate »