Bu yazıyı yazma nedenimi son paragraflarda bulacaksınız. Biraz uzunca ve çok kişisel bir yazı olmasına rağmen okuyun lütfen. Daha önce belirttiğim gibi ben asosyalim. Doğayı, ören yerlerini sadece ailemle / sevdiklerimle gezmeyi çok seviyorum. Yıllar önce 1992 / 1993 gibi Hürriyet gazetesi seyahat eki veriyordu. Bir sayısında Marmaris Okluk koyundan geçilerek gidilen Löngöz (Löngöz / longoz biliyorsunuz aslında bir coğrafi terim ve burnumuzun dibinde İğneada da ziyaret edebilirsiniz.) diye bir doğa harikasını anlatmış ve orada Ali Baba’yı bulun demişti. Buraya da gitmeliyiz dedik. (Marmaris Löngöz’e)
Bir hafta sonu cuma öğleden sonra işten biraz erken döndüm ve eşim, kızım hafta sonu için yola çıktık arabayla. O sırada Renault Flash kullanıyorum. Araba meraklıları bilir düpedüz zamanının hız arabalarından. Arazi arabası değil. (Araba önemli, görgüsüzlükten yazmadım.) Gece Marmaris’de kaldık. (Yılı hatırlatırım 1993 yazı) Sabah seçtiğimiz bir iki koya gittik. O koyları geçelim, belki bir gün oraları da anlatırım. Pazar sabahı erkenden İstanbul’a dönüş yoluna çıktık. Dönüş yolunda Löngöz’e gideceğiz. Okluk koyu tabelasından döndük tarife göre. Tarif rahmetli Özal’ın yaptırdığı Okluk koyu Cumhurbaşkanlığı konutundan sola gidin, yol bozuk diyor. Orayı bulduk. Askerlere ihtiyaten yolu sordum. Doğru, “sola gidin” dediler. Gittik ve yol bitti. Arabayı anımsayın Renault Flash. Bildiğiniz tarlanın asfalt kalacağı bir güzergahta gidiyoruz. Ve o da bitti. Önümüzde bir dere akıyor ve derenin üstüne oldukça kapatacak şekilde bir ağaç devrilmiş. (Anlayın bu arada manzaranın muhteşemliğini.) İndim, ağacı çekermiyim dedim. Yok mümkün değil. Biz de irade gani gani. Ölmek var dönmek yok. Eşimle kızım indiler. Ben yavaş yavaş ağacın biraz bıraktığı açıklıktan arabayı dereden geçirdim ve tekrar yola! devam ettik. Ve yol! İkiye ayrıldı. Bu kez mantıken sağa gitmem gerekir diyorum ama emin değilim. Her yan yemyeşil orman. Aranmaya başladım. Birden kenarda sağ tarafı gösterir bir ahşap tabela gibi bir şeyde elle kazındığı belli “Löngöz” yazısı gördüm ve evet tombala bir süre sonra Löngöz’ü bulduk. Sayın okurlar sağ tarafımda bir göl! Ama o göl değil Ege denizi. Oradan görülemeyen, ağaçların arasında kalan bir kıstakla İngiliz koyuna, Ege’ ye açılıyor. Ve tam benlik. Eşim kızım dışında hiç kimse yok. Biraz ilerde Ali Baba’yı bulduk. Bir baraka. Elektrik yok. Gazla çalışan bir buzdolabı ve derme çatma bir mutfak. Evet benim kuşağım bilir elektrik olmayan yerlerde gazlı denilen buzdolapları vardı. Koyun hemen yanında 3, 5 derme çatma masa sandalye. Yerde taş ocaklar. O kadar. Önce koyu yürüdük. Yürüyüşü bitirdik Ali Baba’ya oturduk. (Ali Baba’yı kısaca anlatacağım sonra.) Mutfağa! gittim ne yeriz dedim. Akya, salata, patates de olur dedi. Birazdan yerdeki taş ocak yakıldı. Üzerine demir ızgara kondu. Kocaman akya parçaları yerleşti. Gerçek zeytinyağı ile yapılmış büyük bir çoban salata ve tabi sınai olmayan bir şekilde nar gibi ev usulü kızarmış patates geldi. Kızım bayıldı götürdü patatesi. Bakın böyle bir yemeği hiç bir paraya yiyemezsiniz. Yanınızda göl gibi durgun mavi / yeşil löngöz (Ege). Çam ağaçları altındasınız. Sadece kuş cıvıltıları ve doğanın her türlü sesi. Aradan masmavi gökyüzü görünüyor ve yalnızsınız. (Sadece bu arada zodiac botla bir çift geldi uzağa oturdular. O kadar) Yemek bitti. Ali Baba, eşi ve oğlu yanımıza geldi. Başladık sohbete. Ali Baba süngere çıkarmış gençliğinde!. Sonra “hem yaşlandım, hem kalmadı oğlum” dedi. Bu arada yaşlandım diyen amcanın teni güneşten / tuzdan bronz ötesi olmuş, kırışmış yıllar içinde ama sağlık fışkırıyor. (Yıl 1993 sünger kalmadı diyor.) “Buraya geldim işte bir şeyler yapmaya çalışıyoruz” diye ekledi.
Oğlu “abi bak sen ne güzel ailenle geziyorsun ben buradayım” dedi. “Aman” dedim “aman buranın kıymetini bil kal burda”. Saat 15.00 gibiydi hadi artık yola düşelim dedik. Tam bu sırada hiç unutmam beyaz bir Vectra geldi. Kapı açıldı bir hanımefendi eşine bağırarak ne var burda niye geldik bu yolu diyerek indi. “Allah’ım tam da hiçbir şey olmadığı için gelinir buraya” dedim ama içimden tabi. Huzurumu bozmayı göze almadım. Ve tam bu sırada bir süredir yanımızda olmayan Ali Baba’nın oğlu koşturarak elinde bir tabak, içi tepeleme kızarmış patates dolu geldi, “abi Elif patatesleri çok sevdi yolda yesin diye şimdi sıcak yaptım” dedi. Tabi o sırada hesap ödenmişti. Hatırlamıyorum ama komikti öyle bir menü için. Tüm ısrarımıza rağmen ödetmedi patatesi. Abi almam, o Elif’in dedi. Ve ayrıldık. Çok uzun anlattım ama alt paragraflar nedeni ile önemliydi.
Ve dün akşam yine haber izlerken bir hanımefendinin AVM’ye neden geldiniz sorusuna “meraktan geldim yürüyüp gideceğiz” -ciddiyim- dediğini izledim. Sonra eşine Löngöz’e niye geldik diye bağıran hanımefendiyi anımsadım. Sonra en azından o zaman hiçbir şey olmayan! Löngöz’ü, Ali Baba’yı, eşini, süngeri, oğlunu, insanlığı anımsadım. Sonra her şeyi olan! ama doğası olmayan AVM’leri ve yok ettiğimiz o doğanın bize verdiklerini düşündüm.
Umarım Ali Baba ile ailesi sağlıklı ve hayattadırlar. Kim bilir belki bu yazı ellerine ulaşır. İkinci kez patates kızarttıkları Elif’i anımsarlarlar ve umarım yine orada hiçbir şey yoktur.
Ve umarım varlık ve yokluk algımızı sorgularız.
Sinan Çakaloz
İş Analisti