İstanbul – Gerçektir

.::.

Pasa dönmüş metal ağırlığında döküldü eşya görünümündeki hayat. Dökülen her bir parçaya gölgesi ilave edilerek. Işığın bütün renkleriyle buluşurken. Sonsuzluğa kapanarak.

Eşyada manasını bulamayan bir ışık, zamanda ruhunu buldu. Işığın dokunduğu ten yandı. Suya, havaya, toprağa karıştı. Zaman dilsiz. Kaldı.

Suya fısıldadı hayat önce. Konuşmak istedi zamanla. Metalik su bununla can buldu. Balıklar canlanmış suda ruh buldu.

Artık zaman, her bir parçacığıyla içindeydi hayatın. Geri dönüş yoktu.

Başlamıştı zamanla eşyanın dansı.

.::.

Zamanın hiçbir zaman bilemeyeceği düşüncelerim kadar mesafe geçmişti aradan.

Bu eşsiz dansla açmıştı kantinin karşısındaki duvar perdesini. Sessizce elini uzatarak. Bana. Alfabesini gösterdi. Anlayabileyim en güzel hikayeyi diye.

Uçsuz bucaksız kumsallarda açan beyaz çiçeklerden bahsetti. Tarifsiz güzelliklerinden. Kokladığında burnunun ucunda bıraktığı sarı polenlerden. Bu kokuyla gittiği sahil kasabalarından. Bisikletleriyle yokuşu çıkan çocuklarından.

Bahsettiği çiçekleri biliyordum. Çocukluğumun denizlerine açılanlardı.

Çocuklarıysa dünyanın neresine gidersem gideyim tanırdım. Umutla bakan. Merak dolu gözlerinden.

“Madem ki bu sessiz okul benimle konuşmak istiyor.” dedim kendi kendime.

Kantinin sahibi güzelce bir kadındı. Adı Zeynep. Ona döndüm ve sordum.

“Bu duvar resmini kim yaptı” diye.

Yüzünde güller açarak. “O resmi bizim bir öğrencimiz yaptı” dedi gururla. “Çok güzel resim yapar” diyerek de ilave etti.

Adını sordum.

“Ferhat Kamer” dedi.

İşitme engelliler okulundaydım o gün. Bir iş için.

İşlerimi bitirdim. Sonradan daha iyi tanıma fırsatını bulacağım Zeynep’le vedalaştım. Kantinden uzaklaştım. Okulda yetkili birilerini bulmak için odalardan birine girdim. İşaret dili kursu verip vermediklerini sordum.

“1 saat içinde kapanıyor kurs kayıtlarımız” diye cevap verdi adam. Sonradan tanıştığım Ali Hoca.

Şaşkınlıkla karışık bir sevinç içimi kapladı. Hevesle kursa kaydımı yaptırdım. Sonra da okuldan ayrıldım.

İş çıkışlarıma uymuyordu ders saatlerim. Ama, derslere geç girmek sorun olmuyordu.

Resimden duvarlarla örülmüş bu okulun öğrencisi olmuştum artık. Hiç bilmediğim bir dünyanın kapıları açılmıştı önümde. İşaretlerle anlaşan çocukların dili. Aralanmıştı.

Hayretle işaret dilinin evrensel bir dil olmadığını. Şehirden şehre bile değiştiğini öğrendim.

5000 kelime aralığındaydı aramız onlarla. Kim ne kadarını biliyordu bilinmez. Duvarların arkasında kendi işaretlerinde yaşarken biz de dibindeki sınırlarımızda nefes alıyorduk. İfade fotoğraf tadındaydı.

Bu çocukların, soyut kavramları, mecaz anlamları, deyimleri anlayamadıkları söyleniyordu. Sınavlarda başarısızlardı. Çünkü anlamıyorlardı, anlayamazlardı. Dokunulmaktan da hoşlanmıyorlardı. Bir de sinirliydiler.

O zaman bu okulun duvarları hangi dili konuşuyordu.

5000 kelimeyle öğretilen dünyayla kendi dünyaları arasındaki matematiksel denklem neydi ki bu çocukların? Matematik evrensel bir dildi nihayetinde. Pi sayısının sonsuz katları kadar olabilirdi. Sıfırın iki tarafı da sonsuzdu. Bir olmadan kaybolurdular ki. Biz olmadan. Ayna olmadan. Yok sayarak.

Ruhuyla saran. Bilen. Gözleriyle yakalayan. Bilen. Ayaklarıyla dokunan. Bilen. Bu ressamın. Gerçeklikte yansıması yoktu. Çünkü duvarın dibini kazmaktan başlamıştık. Ardına geçmeye.

Uzay sessizliğinde yeni sesler, sevinçler yakalayan avcı gözleri. Kainatın müziğini ayaklarından avuçlarına iletecek kadar yalın halleri. Yere tutunan. Susuz okyanuslarda. Tersten okuyan. Varlığı. Bu çocuklarındı. Açan çiçeğinin adını bulmak onların da hakkıydı. Her çiçek gibi.

Her dil kursunda olduğu gibi “adın ne, soyadın ne?” ile başladı eğitim. İşaret dili alfabesi öğretildi ilk.

Aradan üç gün geçmişti. İşten erken çıkmıştım bu defa. Kursa yetişmek için. Okulun dağıldığı saate ilk defa denk gelmiştim.

Merdivenlerden çıkarken biri beni durdurdu. Sıcacık gülümseyerek elini uzattı. Ben de elimi uzattım memnuniyetle. Gülümsedim. Lise öğrencilerinden biriydi. Akıl dolu gözleriyle bakıyordu gözlerimin içine. Henüz dilini öğrenemediğim için sadece gülümseyebilmiştim karşılığında.

Sessizliğin ardından arkamı dönmüş gidiyordum ki birden çocuğun adını sormak geldi aklıma. O kadarını yapabiliyordum.

“Adın ne?” diyebildim işaretlerle.

Çocuk parmaklarıyla yazdı harfleri tek tek. “Ferhat” diye.

Aklıma o resmi yapan çocuğun adının da “Ferhat” olduğu geldi. Heyecanla soyadını sordum.

Çocuk hızlı parmak hareketleriyle “Kamer” yazdı.

Dil sustu. Akıl konuştu. Kalp konuştu. Göz konuştu. El konuştu. Duvardaki resim yansımasını buldu. Anlattıklarıyla öldü. Anlatacaklarıyla ölümden döndü. Zamanla eşyanın dansı masallardan koptu geldi.

Paslı metal sırlı aynaya döndü. Sır kapılarını araladı. Kelimeler yok oldu. Çocuk anladı.

Tek tek parmaklarıyla yazdı. “O ressam benim ” dedi.

Duvardaki resim olduk. Hangi dille açıklanabilirdi ki bu resim?

Göz diliyle mi? Gözlerimiz güldü en derinden. İkimiz de birbirimize el sallayarak vedalaştık. Arkamızı döndük. Resimden çıktık.

Çocukların biz olasılığı olsaydık. Tüm duvarlar ete kemiğe bürünürdü. Biz isteseydik. Giyinirdi bile. Biz teninde. Kim bilir? Belki de dünyanın iki yakasını bir araya getirirdik birlikte. Biz okumayı sökseydik onlarla.

Gözlerindeki umudun kaynağını bilseydik. Kulak verseydik dillerine. Kusursuz bilgilerimizle çevirdiğimiz dünyayı tersine akıtırdık. Gidip gelen suyun ritmine katılarak.

Tenimize ilave ettiğimiz giysilerden süslere kadar. Aynada yansımamıza bakıp. Resmin beynimizde özgürce yankılamasını dinleyebilseydik. Bileklerimizde. Burnumuzda. Kulaklarımızda. Son kalan halkalardan kalanlarla yüzleşseydik. Zamanın bıraktığı mirasın, beynimiz içinde kapanmış, açmayı bekleyen beyaz çiçekleri uyandırmasına izin verirdik. Sahip olduklarımıza rağmen geçmişin tekrarının ta kendisi olarak yerimizde saydığımızı anlardık bu sayede.

İlerleyen günlerde öğretmenleriyle Ferhat hakkında konuştum. Bu çocuğun çok özel yetenekleri olduğunu söylediler. Ama deli olduğunu da ilave ederek.

“Yeteneği ne işe yarar öyleyse” dedi öğretmen.

“Eşyada kendimizi yokladığımızın farkına varırsak eğer ayna sırrını açar bize” demek istedim.

“O ve herkesin bilinemez zamanda birbirlerinin olasılıkları olduğunu” söylemek istedim.

Sustum.

Okul resme tutunamadı.

Güneşin batışını izleyen bir dağ gibi sustum.

Kimse duymadı.

Doğru bir noktadan bir noktaya olan en kısa yoldur. Tek bilinmesi gereken hangi noktaya gelinmek istendiğidir. Doğru bizi başka bir doğruya taşırsa doğrudur. İyice gerilmiş bir iplik doğruyu anlatır. Aynı ipi gevşettiğimizde oluşan eğri de. Zamandan arınmış doğrunun sonsuzluğunu. Bu da noktayı. Düğümü. Çözme zamanını bilmeyi. Tekerlemeyi. Makarayı sarmayı. Çözmek için öğrendiğimizi hatırlamayı gerektirir. Çözdüklerimizi. Dağı dağa kavuşturacak ağlarla sararak.

Çocukken mermer taşla çizdiğimiz beyaz çerçeveli İstanbul resminin üzerinde oynardık. Adım adım kaydırırdık taşı. 1’leri tamamlar dönerdik. 2’leri tamamlar dönerdik. Böyle 9’lara kadar gider dönerdik başa. Kimi zaman da sayısını hatırlamadığım çizgi aralıklar üzerinde. Aynı şekilde sırayla gider sonra başladığımız noktaya dönerdik. Zannederdik. Resimden, sayılardan bağımsız. Aslında hiçbir zaman başladığımız noktaya dönemiyormuşuz. Oyunun kuralları, zamanı keşfetmemiz içinmiş meğer. Anladım.

Dokuz köylü İstanbul’un sokaklarında bir taşı kaydırmanın peşindeki çocukluğumuz kadar. Masum olabileceğimizi. Anlayabilseydik. Hatta hala 9’a kadar saymanın yeteceğini zannedecek kadar da saf olduğumuzu kestirebilseydik. Sonrasına geçenlerin de “kovulduklarını köylerinden” ilan ederkenki kadar da cesur olabilirdik.

Geçmişin birer fotoğrafı olmaktan öteye geçemediğimizi fark etmeliyiz artık. Ciltlerin açtığı boşluk kadar yer kaplamayı bu kainatta. Bırakmalıyız. Boynumuzu düzeltmekten başlamalıyız. Bunu halka takmadan yapabileceğimizi. İlkel dediğimiz kabilelerin bir adım önüne geçebileceğimizi. İspatlamalıyız. Güvenmeyi öğrenerek. Uyanmaya devam ederek.

Sınırları belirlenmiş uzay / gemimizle sonsuzluğa açılalım o zaman. Masum çocukluğumuz gelsin. Başladığımız noktadan yeniden başlayalım. Bu defa ileri doğru saymayı unutmadan sonsuza dek.

Fotoğraf : Dids

Hakkında TanaS

Ayrıca Kontrol Et

Boşluktan mı?

Değişlerin. Aklının aklıma. Yakarışın. Sevmekten geçen bakışların. Varlığınla yokluğun arasına. Teslim edişin kendin. Tam da …

Bir Yorum

  1. Hayatın böyle bir sayfasını böyle bir üstad seviyesinde dile getirmek alkış hak ediyor,
    İnce bir üslup ve anlatımın sadeliği insanı içine alıp düşündürüyor.
    Gönlünüze saygılarımı sunuyorum.

Bir yanıt yazın

Translate »