Evrenin Dengesi – 1

Dün gece yarısına doğru başlayan yağmur gece boyunca hız kesmemiş, öğle saatlerine kadar aralıksız yağmaya devam etmişti. Üç katlı betonarme binanın orta katında bulunan evin penceresinin ışığını kesen dut ağacı on gündür tomurcuklarını besleyip büyütüyordu. Tomurcukların her birinde birer yağmur damlası vardı ki bu durum yansıyan ışıkta üst üste iki tomurcuk ediyordu. Yağmurun dinmesini bekleyen dut ağacı bahar güneşinin ılık ışığını tenine sarıp kurulanmayı düşlüyordu. Kılcal damarlar gibi göğe uzanmış dallarına sarı güneş ışığı sayesinde bir kaç güne kalmaz yeşiller giyinecekti. Bir yandan sabırsızlıkla yağmurun dinmesini bekliyor diğer yandan yağmurun pirüpak yaptığı havadan, minik tomurcuklarına derin nefesler aldırma telaşı içindeydi.

Dicle Caddesi üzerindeki Uçar Market, Damak Şarküteri ve bitişikteki Şifa Ekmek Fırını -çoğunlukla bu isimde eczane olurdu- açık olmasına rağmen yarım saatten bu yana kimselerin uğradığı yoktu. Durmadan yağan yağmur olmazsa mutlaka bir kaç çocuk, buğusu yüzlerini okşayan sıcak pide ekmeklerle caddeden evlerine koşacak, kokusuna dayanamayıp nar gibi kızarmış ekmeğin kenarından ısıracaklardı.

Belediye ve cami hoparlörlerinden biteviye sela ve dualar okunuyor ardından üç dilde -aslında iki dil- Türkçe, Kürtçe ve Zazaca “zorunlu olmadığı sürece dışarı çıkılmaması gerektiği” konusunda Covid-19 pandemisi ile ilgili uyarı anonsları yapılıyordu. Günlerdir kulakları tırmalayan anonslar tekdüze yapıladursun, kasaba halkının bu ciddi uyarılara karşı gayrı ciddi tutum takınmaya başladığı dikkatlerden kaçmıyordu. En yetkili hatta tek yetkili ağızlara göre şayet uyarılar dikkate alınırsa, salgın hastalık -kimi mizah dergilerinde çizildiği üzere- bizleri teğet geçebilirdi.

Şimdi bu odada on üç gündür yatmakta olan hastayı ölüm teğet geçmeyecekti. Tıbbın kendisi, devası olmayan bu hastalık karşısında aciz kaldığını itiraf edince, yarım asırlık hayat arkadaşı ve oğullarının başları çaresizce öne düşmüş, hay hay! deyip olacağa karşı çıkılmaz düsturuna mecburiyetten sarılmışlardı.

Hoparlörlerden doğudan batıya, kuzeyden güneye dalgalar halinde yayılan her bir sela odadaki zayıf hastanın zihninde davula inen tokmak misali gürültüyle patlıyor, hastayı zamanın daraldığı gerçeğine alıştırma işlevi görüyor ve bu gerçeği görünür kılıyordu.

Hasta için kör kuyularda ıssız ışıkların sallanmayı kestiği sessiz boşluğa yolculuk zamanıdır artık. Zaman, geçmişin bavulundan telaşla aranıp çıkarılan hikayeleri evlatların avuçlarına aceleyle teslim etme zamanıdır. Yetmiş beş yıllık yaşamdan silik anılar feri sönmüş gözlerini diktiği tavandan enstantaneler halinde akmaktadır. Duvarda asılı saatte zaman flulaşma emareleri göstermeye başlamıştı bile.

Hasta, söylenen her sözcükten derdine deva umut kırıntıları ayıklamak için, gelene gidene ‘ne dersiniz, bu defa da iyileşir miyim?’ sorusunu mavi gömleğinin düğmeli cebinde hazır tutuyordu. Ağrılarının kendini unutturduğu kısacık zamanlarda sorulardan vazgeçip önümüzdeki yazı gelecek zaman hanesine ekler ve daha yapılacakları sıralardı: Köye varılacak, ilkin domateslerin, biberlerin, salatalıkların ekilecekleri yerler belirlenecekmiş. Cevizlik, bademlik ve küçük zeytinlik yabanıl nebattan temizlenip gübreledikten sonra asma bahçesini, tutulacak üç beş rençber nasırlı ellerle budayacakmış. Sıcaklar gelmeden son bir defa toprağın temiz nefes almasını sağlamak ve zararlı otların daha fazla şımarmasını önlemek için traktör sabana koşulacak, sulama hortumları meyveliklerin can damarları olacakmış. Mayısta her şey tastamam olmalıydı. Ama her şeyden önce bu hastalık bir an önce yakasını bırakmalıydı.

Sabah kahvaltısını yapmış, gece yarısından bu yana şiddetinden hiçbir şey kaybetmeden hala yağan yağmurun dövdüğü iki katlı evlerin damlarını ve caddedeki çamurlu sel sularını pencereden izleyen Mesut’un zihnine doluşan onlarca soru vardı: “Bir ölüm gerçekleştikten sonra o ölümün gerçekleşeceğini önceden bilmek mi yoksa bilmemek mi insanı daha çok üzüntüye boğar? İnsan insanı var edince sevinip mutlu olurken yok olacağını öğrenince neden üzülür? Var etmenin yok etmekten daha erdemli bir davranış olduğunu düşündüğümüz için olabilir mi? Anne rahminde döllenerek başlayan ve çığlık atarken ciğerlerimizde patlayan ilk nefesten sonra revan olduğumuz yol, yaşamın Pirus Zaferi midir? Yaşam kadrajımıza giren her insanı, her varlığı kaybedince daha mı çok üzülüyoruz? Yok etme insani bir eylem sonucu gerçekleşirken, yok olma bazen doğal nedenlerle, bazen kazalarla, bazen hastalıklarla karşımıza çıkabiliyor. Ne olursa olsun, yok olan, bu dünyadan göçüp giden her canlıya ama özellikle insan evladına neden üzülüyoruz?”

Pandemi nedeniyle okullar iki haftalığına tatil edilince hemen gidiş dönüş uçak biletini alan Mesut İstanbul’dan Diyarbakır’a on üç gün önce öğleye doğru varmıştı. Havaalanında ağabeyi Nezir karşıladı onu. Hastaneye doğru yol alırlarken iki kardeş birbirlerini sormak dışında hasret sarılı sözcüklerin örtüsünü kaldırıp sohbete başlayamadılar. Ara ara hafifçe çiseleyen yağmur arabadaki kasvetli havayı dağıtmaktan uzaktı. Göğün karnındaki yüklü bulutlar bahar bereketine gebeydi. Çoğu kapalı olan işyerleri akla ziyan nostaljik çağrışımlarla kepenk kapatma zamanlarını hatırlatır gibiydi. Tek fark sokakları devriye gezen uzun namlulu haki savarların olmayışıydı. Eskinin korku ve gerginliğinin yerini sıradan, can sıkıcı salgın ölümden kaçış sancıları almıştı. Mahabad Caddesi üzerindeki bir pastaneden yenip yenmeyeceğini düşünmeden su böreği ve süt aldılar.

Yarım saat geçmeden vardıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Onkoloji Servisi’nde ilgili doktor hastanın taburcu işlemlerini tamamlamak üzereydi. Bir ay süren tetkiklerden sonra bir hafta önce tedaviye başlanmış ve hastaya beş günlük radyoterapi uygulanmıştı. Hastane çıkış işlemleri devam ederken ağabeyi Nezir ile doktor odasının kapısında uzun süre diğer hasta yakınlarının çıkmasını sabırsızlıkla beklediler. Nihayet içeri girdiklerinde doktordan müsaade alarak kapının sağında duvar boyunca sıralı verzalit sandalyelere iliştiler.

Fotoğraf: MeD Yıldırım
(Eser: Ahmet Güneştekin – Ölümsüzlük Odası) 

Hakkında MeD Yıldırım

Ayrıca Kontrol Et

Gerçek (Ersin’in Hikayesi-1)

“Önce oturacak bir yer bulalım, anlatırım her şeyi” dedi, daha ben hiç bir şey söylemeden. …

Bir yanıt yazın

Translate »